Kredi politikası hakkında konuşulurken pek çoğumuzun aklına hedefli krediler, sektörel ayrımlar geliyor. Burada ele almaya çalıştığımız konu ise bu değil, çok daha makro bir yaklaşım. Krediler içinde yatırımların aldığı payı artıran bir planlamaya ihtiyaç var. Ülkede, başarılı olabilecek her yatırım ihtiyaç duyduğu finansmana kolaylıkla ulaşabilmeli. Bu yatırımlar arasında ise yazının en sonunda bahsettiğimiz istisnalar dışında ayrım olmamalı. İhracatı arttırıyor veya ithalatı ikame ediyor diye bir yatırıma öncelik verilmemeli.
Önce ülke ölçeğinde yatırımın kişilerin yatırımından farkı üzerine düşüneceğiz. Ülke ölçeğinde yatırım yapmak aslında tüketimden vazgeçmek değil.
Kişiler için bugün yatırım yapmak aynı zamanda tasarruf etmek demek. Bugün yatırım yapıyorsanız, tüketiminizden kısmış oluyorsunuz. Aynı durum ülkeler için de geçerli mi? Türkiye’de daha çok tüketebilmek için mi yeterince tasarruf edilmiyor, yatırım yapmıyor? Bu geçersiz argümanı sıkça duyacaksınız. Ülke ölçeğine çıkıldığında, yatırım yapmak tüketimden vazgeçmek demek değildir. Çünkü yapılan yatırım da aslında tüketimi aynı tutarda artırır. Yurtiçinde üretilen malı en başından itibaren üretsek, maliyetin emek ve kardan oluştuğunu görürüz. Yatırımı hayata geçirirken ortaya çıkan yeni emek ve karın önemli bir kısmı da tüketime harcanacak. Birebir olmasa da her yatırımın ciddi bir tüketim artırıcı tarafı var.
Yatırımları desteklemenin tüketimi doğrudan desteklemekten bir farkı var. Yatırım tamamlanıp hayata geçtiğinde, arz artacak. Yatırımın yol açtığı talebi karşılar noktaya gelecek. Halbuki tüketimi doğrudan desteklediğimizde, o tüketimi karşılayacak bir arz artışı olmayabilir. Arz artmıyorsa, tüketim talebi doğrudan ithalatla karşılanır. Talep ithalatla karşılanamıyorsa, içeride fiyatlar artar, enflasyon yükselir.
İçeride yapılan üretimin de ithalatı artırıcı bir tarafı olduğunu sık sık duyarsınız. Bir kere öyle bile olsa, içeride yaratılan katma değer kadar ilk duruma göre daha az ithalat yapılır. Yatırım olmasa, son ürün ithal edilecektir. Örneğin, üretilen malın %50’si ithal ara malı ise, yatırımla ithalat yarı yarıya düşmüş olur. Çoğu zaman durum böyle değildir. Yatırım yapıp o malı üreten kişi, ithal son ürünle rekabet edebildiği için o yatırımı yapmaktadır. Rekabet edemeyecekse, ithalat yine devam edecek, yapılan yatırım da batacaktır. Yatırım başarılı olursa, içeride yapılan üretim ithal mal ile rekabet edebiliyorsa, içerideki üretimin bir kısmı da dışarıya satılabilir demektir. Bu durum, ithalatı serbest her mal için geçerlidir.
İthalatı serbest olmayan mallarda, ithal ara malı da olamayacağından, bu sektörlerde yapılan yatırımın ithalatı artırıcı yönü çok daha zayıftır. İthalatı kısıtlı sektörlerde yatırımların desteklenmesi tam da aynı sebepten elzemdir. Bu sektörlerde, içeride karşılanamayan talep doğrudan fiyat artışına, enflasyonun yükselmesine yol açar. Örneğin, et ve süt üretimi talebi karşılayamıyorsa, dışarıdan et ve süt ithalatı yapılmaması halinde, fiyatlarda artış kaçınılmazdır. Üstelik, et ve sütün girdiği tüm son ürünlerin fiyatları artacaktır. Bu kadar uzun uzun neden anlattık? Birkaç sebebi var. Önce ana fikir: ithal ikameci veya ihracatı artırıcı yatırımları desteklemek, diğer yatırımları desteklememek doğru bir yaklaşım değil.
Bir kere, ithal ikameci yaklaşımın serbest ticarette manasızlığını gösterdik. Bir yatırım yapılıyor ve başarıya ulaşıyorsa, dünya ile rekabet edebiliyor demektir. Rekabet edemese, ithal ürün karşısında yatırımı yapan firma iflas eder. Yatırım başarılıysa, içeride üretilen ürün de dışarıya ihraç edilir. Bu durumda, artan ara malı ithalatı artan ihracat ile telafi edilir.
İhracattaki artışın yanı sıra dış ticarete açık bir ürüne yapılan yatırım içeriye satılıyorsa ithal ikamecidir, aynı zamanda. Bu yatırım başarılı olmuş ve içeride satılıyorsa, bundan öncesinde karşılanamayan talep dışarıdan ithal ediliyordur. Artık ithalat içeride yapılan üretimin katma değeri kadar düşecektir.
O zaman sadece dış ticarete konu malların yatırımını mı destekleyelim? Bu da çok yanlış bir yaklaşım olur. Dış ticarete konu olmayan mallarda enflasyon çok daha şiddetlidir. Gıda buna çok iyi bir örnektir. Gıda ürünlerinin ithalatı kısıtlı olduğundan, bu ürünlerin içerideki arzı talebi karşılayamadığından, fiyatlarda artış kaçınılmazdır. Gıda enflasyonunun diğer bir nedeni ise, ihracata veya ithal ikameye yönelik olmayan yatırımların desteklenmemesidir.
Hülasa, yatırımlar desteklenirken, ithal ikameci olsun, ihracatı artırsın diye bakılmamalı. Piyasanın neye ihtiyacı varsa o üretilsin. Bu durumun bir istisnası, otomobil, petro-kimya, havayolu, savunma sanayi gibi, getirisi uzun vadeli stratejik veya yüksek teknoloji yatırımları. Bunları sadece kredi ile desteklemek de yeterli olmaz. Devletin arkasında durması hatta ölçeğe göre yatırımı kendisi yapması gerekebilir. Bunlar dışında, tüm yatırımların krediye erişimi eşit olmalı.
Yatırım Odaklı Kredi Politikalarının Makroekonomik Etkisi
Yatırımların kredilerden aldığı payın artırılması, sadece büyüme oranlarını yukarı çekmekle kalmaz; enflasyon, cari denge ve istihdam üzerinde de yapısal iyileşmeler sağlar. Türkiye gibi arz yetersizliği sorunu yaşayan ekonomilerde, kredi politikalarının temel hedefi tüketim talebini baskılamak değil, üretim kapasitesini artıracak yatırımları teşvik etmek olmalıdır.
Öncelikle, yatırımların finansmanına erişimin kolaylaştırılması, ekonomide arz-talep dengesini güçlendirir. Yatırımlar tamamlandığında üretim kapasitesi artar, bu da fiyat baskılarını hafifletir. Tüketimi doğrudan teşvik eden kredilerin aksine, yatırım odaklı krediler enflasyonu kalıcı biçimde düşürme potansiyeline sahiptir.
İç Tasarruflar ve Kredi Planlamasının Önemi
Sıkça dile getirilen “yatırımlar ancak tasarruflarla artar” görüşü, ülke ölçeğinde eksik bir yorumdur. Türkiye gibi gelişmekte olan ekonomilerde yatırımların finansmanı, bankacılık sistemi ve uluslararası sermaye akışları üzerinden sağlanabilir. Burada kritik olan, mevcut kredi hacminin yatırımlara yönlendirilmesidir.
Kredi planlaması doğru yapılandırıldığında:
-
Yatırımlar için gerekli kaynak etkin biçimde sağlanır.
-
Ara malı ithalatı azaldığı için cari açık daralır.
-
İçeride üretim kapasitesi arttığından fiyat istikrarı güçlenir.
Bu süreçte temel hedef, kredi tahsisinde eşitlik değil, yatırımların öncelikli hale getirilmesidir. Tüketim talebini artıran kısa vadeli krediler yerine, uzun vadeli ve düşük maliyetli yatırım kredileri ön plana çıkarılmalıdır.
Stratejik Sektörler ve Uzun Vadeli Büyüme
Elbette tüm yatırımların eşit kredi koşullarına erişmesi temel bir prensip olmalı; ancak bazı sektörler, uzun vadeli büyüme ve teknolojik bağımsızlık açısından stratejik öneme sahiptir. Özellikle:
-
Savunma sanayi
-
Petrokimya yatırımları
-
Havacılık ve ulaştırma
-
Yüksek teknoloji ve AR-GE
gibi alanlarda sadece kredilerle yetinmek yeterli olmaz. Devlet, bu sektörlerde hem doğrudan yatırımcı hem de güvence sağlayıcı olarak devreye girmelidir. Böylece, orta ve uzun vadede dışa bağımlılığı azaltacak ve rekabet gücünü artıracak yatırımlar hızlandırılabilir.
Sonuç: Dengeli ve Kapsayıcı Bir Kredi Politikası
Türkiye’nin yatırım oranını artırması, sadece büyümeyi değil; aynı zamanda cari dengeyi, fiyat istikrarını ve toplumsal refahı da doğrudan etkiler. Bu nedenle:
-
Kredilerin yatırımlara tahsis oranı artırılmalı,
-
Tüketim yerine üretim kapasitesini geliştiren projeler desteklenmeli,
-
Stratejik sektörler için kamu destekli özel finansman modelleri geliştirilmelidir.
Doğru yapılandırılmış bir kredi politikasıyla, hem kısa vadede ekonomik istikrar sağlanabilir hem de uzun vadede potansiyel büyüme oranı sürdürülebilir biçimde yukarı çekilebilir.