Denizcilik tarihinde, 19. yy’ın ikinci yarısının ayrı bir yeri vardır. Sanayii devrimini takip eden ve buhar makinelerinin kara ve deniz ulaşımında yaygınlaşmaya başladığı bu dönem, özellikle askeri denizcilik için sanki bir milattır. Bu yarım asır içerisinde, dünya denizlerinde yaklaşık 3.5 asır boyunca hüküm süren kalyon devri kapanıyor, yerlerini önce çarklı, ardından uskurlu ‘vapurlar’a, yani buhar gücüyle tahrik olunan gemilere bırakıyordu. Böylece rüzgar durumundan bağımsız olarak gemi sevki mümkün hale geliyordu. Devrim sayılacak nitelikler sadece tahrik sisteminde değildi.
Savaş gemisi denince zihinlerde canlanan görüntü, bu 50 yılda baştan sona değişmişti. Kalyonların bordaları boyunca uzanan, gülle atan, ağızdan dolma topların yerini taret ve barbetlere yerleştirilen ve patlayıcı mermiler atan seri atışlı toplar alırken, üstüne üstlük torpil ve zincirli mayın denilen sinsi silahlar ortaya çıkıyordu. Tüm bunlara karşı, bin yıllardır gemi inşaatında temel malzeme olarak kullanılan ahşabın yerini çelik alıyor, hatta savaş gemileri artık su kesiminden kaptan köşküne kadar kalın çelik zırhlarla donatılıyordu. İlerleme öylesine başdöndürücüydü ki, daha denize indirilmeden veya birkaç sene hizmetten sonra demode olan savaş gemileri oluyordu.
Aynı dönemde, sanayileşen ülkelere ayak uyduramayan Osmanlıda kalyon inşaası için gerekli donanım ve bilgi birikimi bulunsada buhar makineleri, seri atışlı toplar ve zırh aksamı konusunda yeterli donanım ve bilgi birikimi yoktu. Fakat bir taraftan Rus İmparatorluğunun yayılmacı emelleri öte yandan deniz aşırı topraklarda hakimiyetin anahtarının donanma olduğu gayet iyi bilindiği için, özellikle Sultan Abdülaziz döneminde donanmaya büyük önem verilmişti.
Onun döneminde inşa edilen Beylerbeyi Sarayının duvarlarını süsleyen tablolardan ve tavan süslemelerindeki gemi resimlerinden de anlaşılabileceği gibi Devlet-i Aliye’nin büyük ve kadir bir donanmaya sahip olması konusunda gayet kararlı olan Sultan Abdülaziz, gerek yurt içinde inşa ettirdiği gemiler, gerek yurt dışındaki tersanelere verilen siparişlerle Osmanlı donanmasını İngiliz ve Fransız donanmalarından sonra dünyanın en büyük üçüncü donanması haline getirmişti. Fakat bunu yaparken İngiliz ve Fransız bankalarına ciddi miktarlarda borçlanılmış, geri ödeme vakti geldiğinde ise iktisadi durum ödemeye el vermeyince bu borçların tahsil edilebilmesi için devletin yıkılmasına kadar varlığını sürdürecek olan Düyun-u Umumiye İdaresi kurulmuştu.
Öte yandan, teknolojideki hızlı ilerlemeye ayak uydurulması için mütemadiyen eski gemilerin tadil edilip, yenilerinin kızağa konması gerekiyordu. İktisadi durumu kötü olan Osmanlı’nın ise mevcut gemileri idamesi dahi bütçeyi ciddi manada zorluyordu. 2. Abdülhamid dönemine gelindiğindeyse, 93 Harbini takip eden yıllarda donanma politikasında köklü bir değişikliğe gidilmiş, imparatorluk sathında belli limanlarda konuşlandırılan torpidobot ve gambotların haricinde bütün büyük gemiler 1897’de ki Osmanlı-Yunan Savaşı’na kadar Haliç’e kapatılmıştı. Bu 20 yıl boyunca büyük gemiler, makinelerini işler halde tutmak maksadıyla her sene yaz aylarında Haliç’ten boğaza çıkartılıp tekrar eski yerlerine dönmek dışında atıl olarak tutulmuşlardır. 1897 Türk-Yunan savaşında, daha küçük ama daha çağdaş yunan donanması karşısında donanmamızın yetersizliği görülünce, iktisadi durum el verdiği oranda tekrar yeni gemi alımına karar verilmiştir.
Osmanlı donanmasının bu dönemdeki eğitim durumu, sevk ve idaresi de üzerinde durulması gereken önemli meseleler olmakla beraber, bu yazının konusu değildirler. Tüm bunları anlatmaktan gayem ise, tarihin tekerrür etmemesi için elimizden geldiğince geçmiş tecrübelere dikkat çekmek, dersler çıkartabilmektir. Bu dönemdeki gemi tedarik yaklaşımı incelendiğinde şu tesbitler yapılabilir;
- Kısıtlı kaynakların, -geri dönüşü uzun sürecekte olsa- kabiliyet kazanımı yerine hazır alımlara yönlendirildiği,
- Elde mevcut gemi inşaa kabiliyetlerinin ötesindeki platformların tedariği için, ödeme gücünün ötesinde alımlar yapıldığı,
- Bunu, yaklaşmakta olduğu sezilen bir savaşa karşı önlem olarak düşünsek dahi kuvveden fiile geçmeyen bu ‘yatırımın’ bir süre sonra eldeki kısıtlı kaynakları tüketmeye başladığı,
- Kısıtlı maddi kaynak ve gemi inşaa kabiliyetleri kıskacından çıkamayan ve üstüne üstlük 20 yıl Haliç’te kapalı kalan donanmanın, durduğu yerde yıpranmasının ötesinde baş döndürücü hızda gelişen teknoloji karşısında zamanla caydırıcılığını ve savaşma yeteneğini kaybettiği,
- Takip eden süreçte bu kaybı deniz aşırı toprak kayıplarının izlediği.
Kanaatimce insansız sistemler konusundaki son 20 yıldaki gelişmeler, teknolojide yine bir dönüm noktasına yaklaştığımızı hatta devrim niteliğinde bir dönemi bizzat yaşadığımızı göstermekte. Belki bu dönemde yapılabilecek en kötü şey, 19. yy’ın ikinci yarısında Osmanlı donanmasının başına gelenlerden ders çıkartmayıp, gerekli önlemlerin alınmaması olur. Bu ortamda, yukarıdaki tesbitleri göz önünde bulundurarak yapılabilecekleri acizane şöyle sıralayalım;
- Çok elzem olmadıkça hazır alım yapılmaması, milli muadillerine yönelinmesi. Bunun bir istisnası, daha önemli projelere kaynak ayırmak için katma değeri düşük olan sistemlerin (Super Mushshak alımı gibi) ithaline yönelmek olabilir. İthal sistemlere verilen her kuruşun kendi Ar-Ge’mizden kesilip ilgili devletin/firmanın Ar-Ge’sine kaynak aktarımı olduğunu unutmamak gerekir. Bugün dost olan kaynak ülkenin, yarın düşman olma ihtimali akıldan çıkartılmamalıdır. Ayrıca ithal sistem üzerinde fikri ve sınai mülkiyet haklarımız olmayacağı için istenen değişikliklerin yapılması veya kendi ihtiyaçlarımıza göre özelliştirilmesi ya hiç mümkün olmayacak veya ek masraf yapılmasını gerektirecektir.
- Murat’ın ‘Bugün borç alan, yarın emir alır’ fehvasınca ayağımızı yorganımıza göre uzatmalı, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdanda olmamalıyız. Gerek gemileri sevk ve idare edecek harbe hazır personel ihtiyacını, gerekse idame masraflarını karşılayamayacağımız bir donanmanın uzun vadede faydadan çok zarar vereceği göz önünde bulundurulmalıdır. Bir donanmanın ‘büyük ve gösterişli’ olmasından ziyade, inceden inceye ölçülüp tartılmış ve milli güç unsurları ile orantılı olması durumunda milli maksada azami katkıyı sunabileceği unutulmamalıdır.
Burada bir parantez açalım ve şu anki Mısır donanmasının mevcut denizcilik kabiliyetlerinin ötesinde ve çeşitli kaynaklardan borç alarak yaptığı alımlarla, başkalarının maşası olmaktan öteye geçip geçemeyeceğini ilgiyle izlediğimizi not edelim.
- Gerginlik dönemleri veya tehdit algısının yüksek olduğu dönemlerde başka yerlerden keserek kaynak oluşturup tehdit algısı ile orantılı olmak şartıyla güç takviyesi cihetine gidilebilir. Diğer durumlarda yukarıdaki madde geçerli olmalıdır.
- Teknolojinin dönüm noktalarında yapılacak yüksek miktarlı alımların kısa zamanda demode olması söz konusu olacaktır. Bu durumda sıcak çatışma dönemleri hariç, alınacak silah ve platformlar tam anlamıyla ‘oyun/paradigma değiştiren’ silah ve platformlar olmadıkça, sistem ve/veya platformlar yüksek miktarlarda değil, aşamalı olarak kabiliyetleri artacak şekilde düşük miktarlarda tedarik edilmelidir.
Sonuç olarak, içinde nice fırsatlar ve bir o kadarda tehditler barındıran böylesi dönemlerde ister donanma için, ister diğer kuvvet ve birimler için tedarik planları yapılırken kaynak ve kabiliyet yönetimi konularında sair zamanlardan daha fazla dikkat ve çaba sarfedilmeli, ince elenip sık dokunmalıdır. Bölgemizde söz sahibi olmak ve çıkarlarımızı korumak istiyorsak, donanmamızın modernizasyon faaliyetleri kapsamında Milgem korvetleri ile başlayan süreç devam ettirilmeli, platform, mühimmat ve sistemlerin yerlileştirilmesi yanında, son zamanlarda yaşanan açık veya üstü örtülü ambargolar göz önünde bulundurularak alt sistem ve gemi inşa çeliği gibi ham maddelerin yerlileştirilmesi üzerine de çaba sarfedilmelidir. Üst üste konulan tuğlalar misali teknik kabiliyetlerimiz ve bilgi birikimimiz arttıkça, gelişen yeni tehditlere cevap vermemiz, yeni ürünlerin piyasaya sürülmesi, mevcut ürünlerin güncellenmesi ve türevlerinin çıkartılması da kolaylaşacaktır. Meyveleri uzun vadede toplanacağı için sabır isteyen bu yol tercih edildiği takdirde, ortaya çıkacak olan vasıflı iş imkanları nedeniyle istihdamın artması, tersine beyin göçü, yerlisi üretildiği için dış ticaret açığına katkı sağlanması, ihraç ürünlerimize yenilerinin eklenmesi gibi başka faydalarda elde edilebilecektir.